Günümüzde başarı deyince akla ilk gelenler genellikle para, rekabet ve üstünlük oluyor. Daha çok kazanmak, lüks bir hayat yaşamak ve toplumda bir yer edinmek başarının ölçütü gibi sunuluyor. Ama bu anlayış bizi bitmek bilmeyen bir yarışın içine sürüklüyor.
Kapitalizm bizi sürekli bir koşuşturmacanın içine sokuyor. Herkes daha iyi bir iş, daha yüksek maaş ve daha prestijli bir yaşam için çabalıyor. Ancak bu yarış, insanları yalnızlaştırıyor ve empatiyi azaltıyor. Başarı bir tehdit, başarısızlık ise bir fırsat olarak görülmeye başlanıyor. Sistem, dayanışmayı yok edip bireysel çıkarları ön plana çıkarıyor. Bu yüzden işbirliği yerine rekabet öne çıkıyor ve insanlar kendi değerlerinden uzaklaşıyor.
Hepimizin temel ihtiyaçları var: barınma, beslenme, güvenlik, sevgi ve ait olma hissi. Ama kapitalist sistem, bu temel ihtiyaçların ötesinde yapay ihtiyaçlar yaratıyor. Telefonunuz hala çalışıyorken bile, yeni çıkan ısırılmış elmalı telefonu almaya mecbur hissettiriyor. Yeni kıyafetler, daha büyük evler, lüks arabalar… Bunların hepsi mutluluğun anahtarı gibi gösteriliyor. Ama bu döngü, hiç bitmeyen bir tatminsizlik yaratıyor. Sürekli tüketen birer varlık haline getiriyor.
Özellikle Orta Doğu ve gelişmemiş ülkelerde, bir insanın değeri sahip olduklarıyla ölçülüyor. “Ne kadar varsın?” sorusunun cevabı, bankadaki paranız, giydiğiniz kıyafetler veya yaşadığınız evle belirleniyor. Bu durum, insanları maddi şeylerin peşinde koşarken manevi değerlerini kaybetmeye itiyor. Başkalarının onayını almak için gösteriş yapmak, içsel huzuru bulmayı zorlaştırıyor. Tüketim geçici mutluluk verirken, altında derin bir tatminsizlik ve boşluk bırakıyor.
Sosyal medya platformları, sürekli karşılaştırma yapmamıza neden oluyor. İnsanlar başkalarının “mükemmel” hayatlarını izleyerek kendi yaşamlarını eksik buluyor. Reklamlar ise mutluluğun sadece satın alınabilecek şeylerde olduğunu anlatıyor. Bu platformlar, belli yaşam standartlarına ulaşmamız gerektiğini hissettiriyor. Mesela, lüks bir araba, tasarım bir çanta veya egzotik bir tatil paylaşımı, bize aynı şeylere ihtiyacımız olduğunu düşündürüyor. Sistem, gerçek sorunlardan dikkatimizi dağıtıp bizi pasif tüketicilere dönüştürüyor.
Kapitalizm, sadece tüketmeye değil, borçlanmaya da teşvik ediyor. Kredi kartları, konut kredileri, kişisel krediler; sahip olamayacağımız şeyleri hemen şimdi alabilmemiz için birer cazibe merkezi. Ancak bu “kolaylık,” uzun vadede bizi sisteme daha da bağımlı yapıyor. İşsiz kalma korkusu, sağlık hizmetlerine erişim kaygısı, ekonomik güvence endişesi sürekli olarak besleniyor. Bu korkular ve borçlar, daha fazla çalışmaya, daha az özgürlüğe neden oluyor. Sevmediğiniz işi yapmak tercih değil zorunluluk oluyor. Yaşamak yerine sadece hayatta kalmaya çalışan bireyler oluyoruz.
Gerçek başarı, kendinle barışık olmak, hayatta anlam bulmak, içsel ve manevi dengede olmak ve sevgi dolu ilişkiler kurabilmektir. Anlamlı bir yaşam, sadece maddi birikimle değil, sevdiğiniz bir iş yapmak, başkalarına fayda sağlamak ve kendinizi geliştirmekle ilgilidir. Paylaşım, rekabetin yerini almalı, tüketim yerine sadelik öne çıkmalı.
Eğer sahip olduklarınız sizi mutlu etmiyorsa, daha fazlasını elde etmeniz de etmeyecektir. Hayatta gerçekten başarmak, ne kadar çok şeye sahip olduğunuzla değil, sahip olduklarınızdan ne kadar memnun olduğunuzla ilgilidir. Özgürlük ve mutluluğun anahtarı, daha fazlasını değil, daha azını istemekte saklıdır.